Oyuncu, yönetmen ve yazar Ercan Kesal, BirGün’de kaleme aldığı “Senaryonun kanunu” başlıklı yazısında Yılmaz Güney’in dönüşümünde etkin bir rol oynayan “Hudutların Kanunu” filminin senaryosunun ortaya çıkış hikayesini anlattı.
Ercan Kesal, yönetmen, senarist ve akademisyen Lütfi Akad ile Yılmaz Güney arasında geçen bir senaryo sohbetine ait anıyı şöyle anlattı:
“Lütfi Bey senaryoyu yeniden yazar ve haklı çıkar. Film, Yılmaz Güney için bir dönüm noktasıdır. Hudutların Kanunu, Yılmaz Güney’in kendi seyircisinin dışında, beklenmedik bir başka seyirci grubuyla da buluşur. Film çok beğenilir.
1960-70’li yıllar. Bu yıllar, iyi yönetmenlerin, zamanın edebiyatçılarıyla yakın temas içinde oldukları bir dönem. Lütfi Akad, Erman Film için filmler çekiyor ve sürekli yeni konular arıyor. Bir gün Yaşar Kemal’le karşılaşır ve onda işe yarar bir şey olup olmadığını sorar. Yaşar Kemal, bir Çukurova öyküsünden söz eder. Bir süre sonra, Hürrem Erman, Şeref Gür ve Lütfi Akad, kendilerini ofiste ziyaret eden Yaşar Kemal’den bu hikâyeyi dinlerler. Hürrem Erman, hikâyeden etkilenir ve ondan bu anlattığını, senaryo olarak yazıp getirmesini ister. Daha önceki işlerinde, Yaşar Kemal’in hikâyeyi anlattıktan sonra, senaryoyu yazmak üzere avans alıp, arkasından işi unutma alışkanlığını bilen Hürrem Bey, biraz da bunun rahatlığıyla oldukça yüksek bir para önerir. O günlerde bir film senaryosu için ödenen paranın iki katı kadar bir para sözünü Hürrem Bey’in ağzından duyan Yaşar Kemal, uzun paltosunun iç cebinden, biraz önce anlattığı hikâyenin bitmiş senaryosunu çıkartarak, masanın üzerine koyar. Hürrem Bey hem şaşırır, hem de yüksek para ödemek zorunda kaldığı için bozulur. ‘Bundan sonraki karşılaşmalarında’ diyor Lütfi Bey, ‘Yaşar, senaryo olabilecek ilginç bir hikâye anlattığında, Hürrem Bey pazarlığı yapmazdan evvel, iyice emin olmak için Yaşar’ın paltosunun ceplerini kontrol ediyordu.’
Metin Erksan’a yaptığım mutat akşam ziyaretlerinden birindeydim. Refik Halit Karay’ın ‘Eskici’ hikayesini hatırlatmış, nasıl iyi bir film olabileceği üzerine aklımdan geçenleri anlatıyordum. Gözleri nemlenerek dinledi bir süre. Hikâyeyi iyi bildiğini ve çok da sevdiğini anlamıştım.
‘Yahu doktor, sinema böyle bir şeydir işte. Ben de seni niye bu kadar çok sevdiğimi sorarım bazen kendime. Bu hikâyeyi fark etmiş olman zaten yeterli bir sebeptir benim için.’
O akşam epeyce bir senaryo sohbeti yapıldı. Sait Faik’ten birkaç hikâye, Sabahattin Ali’nin ‘Ses’ hikâyesi, yine Refik Halit’in ‘Hülle’ hikâyesi derken, Metin Ağabey’nin kendine sakladığı senaryo taslakları döküldü ortaya. İlk o akşam dinlemiştim ‘Medine Müdafaası’nı.
Osmanlının son dönemi. İngilizlerin kışkırttığı Araplara karşı, sarayın emrine rağmen Medine’yi müdafaa etmeye devam eden Fahrettin Paşa’nın hikâyesi. Metin Ağabey, ayağa kalkmış, heyecanla anlatıyordu:
‘Çöl… Sabahın erken saatleri. Bir demiryolunun kenarında konuşlanmış küçük bir Osmanlı müfrezesi. Müezzin görevi üstlenmiş askerlerden biri, sabah ezanını okumak için su tankının üzerine çıkar ve ellerini kulaklarına götürür: ‘Allahüekber’. Aynı anda, ilerdeki bir kum tepesini kendine siper etmiş Arap asker, İngiliz yapımı tüfeğiyle askere nişan almış, uygun ânı kollamaktadır. Osmanlı askerinin ‘Allahüekber’ nidasıyla aynı anda tetiğe basar Arap ve aynı kelimeler dökülür ağzından: ‘Allahüekber…’
Suriye’de savaş ikinci yılını doldurdu. Yaklaşık 70-80 bin insanın öldüğü tahmin ediliyor. Geçenlerde, Anadolu Ajansı’nın tüm dünyaya geçtiği görüntülerin birinde, Suriyeli muhalif savaşçılar, ısıya duyarlı bir füzeyle Esad güçlerinin bir helikopterini düşürdüler. Ajans için ısmarlama bir saldırı olduğu iddiası bir yana, beni Metin Erksan’ın yıllar önce anlattığı senaryonun açılış sahnesine götüren bir cümleydi asıl mesele. Füzeyi fırlatan muhalif Suriyeli, ‘Allahüekber’ nidasıyla işine başlarken, ihtimal ki, aynı yakarış, helikopteri aşağıya düşmekte olan diğer Suriyelinin de dudaklarından çaresizce ve acıyla dökülüyordu: ‘Allahüekber.’
‘Hudutların Kanunu senaryosu alışılmış hacimden iki üç kat büyük geçti elime. Kahraman gözü pek bir kaçakçı. Karşı tarafa ne gerekirse götürüyor, bu tarafa ne istenirse getiriyor birkaç deli bozuk arkadaşıyla, ama asıl ünü kadınlar arasında...’ diyor Lütfi Akad, Hudutların Kanunu filminin senaryosunun ilk halinden söz ederken. O zaman kadar herhangi bir Yılmaz Güney filmi görmeyen Lütfi Bey, yine de onun filmlerinin seyircisinin ağırlıklı olarak çoluk, çocuk ve bitirim takımı olduğunu biliyor. ‘Senaryoyu okuyup bitirdiğimde içimden fırlatıp atmak geçti’ diyen Lütfi Akad, öyle yapmıyor. Oturup, konuşuyor Yılmaz’la. Senaryonun, kaçakçılıkla ilgili hiçbir sosyoekonomik konuya değinmemesini, anlattıklarının inandırıcılık problemini, hikâyedeki kahramanların eylemlerini anlaşılır kılacak olan genel ve öznel koşulların niye açıklanması gerektiğini vs tek tek anlatıyor.
Bundan sonraki diyalog çok ilginç:
‘Ağabey, beni perişan ettin, ama ne diyem haklısın. Yalnız şu var, sen benim bu senaryoyu kimler için yazdığımı biliyor musun?’
‘Biliyorum’
‘Peki, senin istediğin senaryoyu yazarsak kimler görecek filmi, biliyor musun?’
‘Biliyorum… Herkes görecek…’
Lütfi Bey senaryoyu yeniden yazar ve haklı çıkar. Film, Yılmaz Güney için bir dönüm noktasıdır. Hudutların Kanunu, Yılmaz Güney’in alışılmış kendi seyircisinin dışında, hiç beklenmedik bir başka seyirci grubuyla da buluşur. Film çok beğenilir. Yılmaz Güney bir katmanın değil, tüm sinema seyircilerinin tek gözde oyuncusudur artık ve adı da ‘Çirkin Kral’dır…
Senaryo filmin iskeletidir. İskelet ne kadar sağlam olursa, film de o kadar güçlüdür. Ancak o zaman, istediğiniz gibi ete kemiğe büründürebilirsiniz onu.
Yaşadığım film, senaryo ve set deneyimleri, sinema yapmanın baştan sona, hatasıyla sevabıyla, yönetmene ait bir süreç olduğunu gösterse de, yine de bu sürecin en önemli belirleyeninin senaryo olduğunu düşünüyorum. Bu meseleyi, bir ipekböceği metaforuyla bitireyim:
İpekböceğinin hazin bir öyküsü vardır. Bir kelebek, yumurtalarını dut yaprakları üzerine bırakır ve üç beş gün sonra ölür. Bahar geldiğinde, taze dut yaprakları üzerindeki yumurtalardan larvalar halinde siyah tüylü tırtıllar çıkar. Yaprakları yiyen bir larva, bir ay içinde dört-beş gömlek değiştirerek hızla büyür. Üzerindeki tüyleri de yok olan tırtıl, ağzından sürekli salgıladığı bir sıvıyla ördüğü kozanın içine kendini hapseder. Eğer koza o şekliyle kendi haline terk edilirse tırtıl, üç-dört hafta içinde o kozadan bir kelebek olarak ayrılır. Kelebeğin bıraktığı delik koza hiçbir işe yaramaz. O nedenle olgunlaşmış kozalar, tırtıl henüz içindeyken toplanıp sıcak suda haşlanır. Tırtılın ölümüyle sonuçlanan bu süreçte, kozayı oluşturan ip halindeki lif, sarılarak ham ipek elde edilir. Tırtıl ipek uğruna kendini feda eder. Kozayı delip bir kelebek olarak kaçmak yerine, sıcak suda haşlanarak ipeğe dönüşür.
İyi bir filmin kuşkusuz ipekten farkı yoktur. Senaryo, iyi bir film için kendini feda eden bir metindir.”