Emrah USLU'nun yazısı…
Sabah saat 07.30 oldu mu bizim evde bir hareketlilik başlardı… Anneannem karga bokunu yemeden kalkar, evi silip süpürür, kahvaltıyı hazırlar, sonra da öğle yemeğini düşünür, akşam yemeğini hazır ederdi… Sonra benim okul önlüğüm, arkasından beslenme çantam vs. Tabii sonra bir de girilmesi gereken bir bulaşık muharebesi vardı ki evlere şenlik… Dün günlerden pazar. E, doğal olarak sinema günü! Hani şu mavi rengin bol olduğu ve melodisini nerede duysak hatırlayacağımız giriş cıngılıyla kafaya kazıdığımız filmlerden… Durum böyle olunca, ev halkı için o gece buzdolabında her çeşit meyvenin tüketileceği, bir galon çayın demleneceği, bir çuval çekirdeğin çitleneceği ve bir gecede alınabilecek kilonun ne kadar olabileceğinin testinin yapılacağı şölensel, o sel, bu sel falan filan bir gece oluyordu… (Yazar burada o geceyi hatırladıkça, ev ahalisinin hunharca mideye götürdüğü yiyecek, içecek ne varsa aklına geldiği için sapıtmış ve dağılmıştır…)
Böyle bir günün ertesi sabahı anneannem bulaşık yıkama muharebesinden ufak sıyrıklarla galip geliyor, arkasından merdaneli çamaşır makinesinin karşısına geçiyor ve bir haftanın kirlisi, temizi karışmış durumda makineye öküzleme dalarak yıkayıveriyor… Bizim hanımefendiler hâlâ uykuda tabii… (Buradaki hanımefendiler benzetmesi, o zamanlar otuzlu yaşlarında olan annem ve yirmili yaşlarında olan küçük teyzem için yapılmıştır.)
Anneannem bulaşık, çamaşır, ütü derken son düzlükte kahvaltı faslını açıyor... Tam o sırada, küçük teyzeden bir ses yükseliyor:
-Anneaaaaaaa kahvaltı hazır mıııııı?!….
-Hazırlıyorummmm…
Anneannem tam burada yarım vuruş es veriyor ve patlatıyor günün sözünü içine içine söylenerek:
-Hazır hazır, gel tıkıcam ağzına yatakta, onu da yatarak yapacaksın sonunda… Kocana da yataktan hazırlarsın kahvaltıyı… Sıçtığımın kızı…
Günün serzenişleri bölümünü afili bir selam çakarak kapatan anneannem, arkasından “öğle yemeğinde ne yeriz” diye düşünüp akşam yemeği için hazırlık yapıyordu en son göz göze geldiğimizde… Ben çoktan uyanmış, yatağın içinden çizgi filmleri izlemeye devam ediyordum ki hâlâ devam ediyorum, sabahları en büyük zevkim çizgi film izlemek yatağın içinde ama bir anneannemin gözü eksik, gelemiyoruz pek göz göze bu aralar… Neyse, şimdi duygusala bağlayıp seni de daraltmayayım sevgili okuyucu. Şimdi daha ilk kitap, almışsın iki güleceğim diye, “Ne diyor lan bu adam?” deme sonra… Anneannem tüm bunları hemen her gün bir iki ekleme ve çıkarma ile aynen tekrar ediyordu… Bense her defasında onu Jetgiller’deki robot hizmetçi olarak hayal ediyordum çünkü bana hep onu anımsatıyordu o çocuk halimle… Tabii yıllar sonra Terminatör diye bir film yapılınca, bu benzetmem ve fikirlerim tamamen değişti.
Anneannem tüm bu ritüeli tamamlamış ve kahvaltı sofrasında yerini almışken; hooooppp annem ve küçük teyzem bir anda evdeki hijyenik ve antibakteriyel ortamın sağlandığını ve sofranın hazır edildiğini anladıktan sonra masanın etrafında görünürler…
Annem, küçük teyzeme göre daha olgun ve tecrübeli olduğundan anneanneme şöyle ufaktan bir teşekkür çakıp saçını okşar ve yanağından öperken şöyle der:
-Anne çok yorgunum vallahi, işte canım çıktı…
Çakal yarın sabahı böylece garantiye almak istiyor tabii ama anneannem eski toprak, yer mi? Şöyle küçük bir sırıtıyor, arkasından patlatıyor:
-Yarın salı, pazar var, ben yokum… Sabah çıkacağım, sen halledersin…
Şimdi sevgili okuyucu, şu soruyu sorduğunu duyar gibiyim:
-Yahu pazara ne kadar erken gidilebilir ve eve ne kadar geç dönülebilir?
Hah, işte bu bölümün asıl mevzusu da burada başlıyor… Yahu arkadaş, sabahın en erken saatinde kalkıyor, eline pazar arabasını alıyor, sonra pazara gitmek için gerekli tüm kontrolleri yapıyorsun, anladık da beni niye yatağımdan kaldırıp sana tüm pazar maceranda eşlik etmem için yanında götürüyorsun… Niyeeee?!….
Saat sabahın 06.30’u, günlerden salı. Anneannem her hafta olduğu gibi bu salı da mutfak duvarı ile buzdolabı arasına park ettiği ve ayrıca bir hafta boyunca kirlenmesin diye naylona sardığı (Sanırsın inşatta tuğla taşıyor, araba ile ev de şantiye anasını satayım…) pazar arabasını alıyor, naylonu söküyor ve kapının yanına bırakıyor… Ben kıçımdaki pirelerle beşer ligde maç yapıyorum, türlü türlü rüyalardayım. Anneannem geliyor başucuma ve her biri aynı ve aralıksız gıcık bir ritim ve vurguyla:
-Kalk,
-Kalk,
-Kalk!
-Pazara gideceğiz…
-Pazara gideceğizzz…diyor.
Ben gözümü zar zor açıyorum tabii, bir bakıyorum karşımda anneannem. Bildiğin düğün makyajı yapmış, ellerde oje, saçlarda pensler, karşımda duruyor… Şimdi bu pens mevzusu oldukça kapsamlı bir konu sevgili okur. Ben o yıllarda anneannem başında anten taşıyor sanıyordum… Meğer saçları şekillensin diye toka gibi kıskaçlar takıyormuş saçına kadın… Bendeki de iş, nereden bileyim birader kadın yedi gün yirmi dört saat öyle geziyor evde, dedim herhalde bizim televizyonun modeli böyle, anten kafaya takılıyor… Neyse, baktım anneannem şıkır şıkır yarabbi şükür karşımda duruyor… Yahu altı üstü pazara gidiyorsun, bu makyaj, hazırlık niye diyorum içimden… İşte düşün, bendeki kadınla imtihan yaşları epeyce erken başladı, acayip tecrübeliyimmm. Yaş oldu otuz üç, hâlâ bekarım. O kadar yani…
Anneannem makyajını günden güne yapar, eksik etmezdi. Emekli bir bebek hemşiresi olduğundan çalışma hayatı oldukça hareketli geçmişti… Kadın kendini seviyordu arkadaş... Her gün fondötenini sürer, ojesini yeniler, kirpiklerine makas şeklinde bir makineyle bir şeyler yapar, uzatır, gözlerine rimel çeker ve saçlarını fönler, köpükle şekillendirirdi… Bizim ailede yeni doğan çocuklara anneannem “süslü anneanne” ya da “süslü babaanne” gibi isimlerle takdim edilirdi… Zaman ilerledikçe o isimler, “kokoş teyze”, “süslü yenge”, “boyalı nine”ye kadar evrildi.
Pazar maceramıza dönelim; bu makyaj mevzusunda anlatacağım epey birikmiş hikâye var. Hepsini şu an harcamayayım, öbür bölümlere hatta ikinci kitaba da kalsın… Evet, ikinciyi de yazmayı düşünüyorum. Ne oldu, bir sakıncası mı var? Bunca çocukluk, yaşanmışlık, bunca karakter bir kitaba sığar mı? Sığmıyor, ben ne yapayım? Anneannemin makyaj ritüelleriyle pazar maceraları zaten bir kitap eder sevgili okur…Lütfen, yazacağım! Üstüme gelme, tutamıyorum içimde…
Sabahın yedisi, biz pazardayız… Anneannem şöyle bir-iki tezgâha bakıyor, henüz hepsi tam kurulmamış… Pazarcılar bizimkini tanıyorlar tabii. İçlerinden biri sesleniyor:
–Oooo süslü anneciğim, hoş gelmişsin, erkencisin yineee…
Ulan adamlar bildiğin anneannemin pazara teşrif etmesi şerefine ilk ürünleri neredeyse bedava verecekler!
-Buraya gel süslü anneeee….
-Anneciğim karpuzlar Adana…
-Süslü anne oş gelmijsiinn beaaaa, zeytin yaammvaaa beaaaa, geçen seferki gibi değil, verem mi azzzzz?
-Nazmiye teyzeeemmm! Vellahaaa hış gelmişseeennn şeheneee kırı yemiş varrrr haa tam sinemalıkkk, vereyiiimm?
Düşün sevgili okur, daha zerzevat bölümündeyiz, daha ikizlere takkeli bölüme gelmedik… Elini tutuyorum, her tezgâhın başında durup bir haftalık rapor veriyor pazarcıya, iki el ense çekiyor ama kadın aynı anda elimi tutmayı da beceriyor, pes! Yahu bırak be süslücüm şu elimi, terlediler zaten, tontiş ellerim var … Offf… Neyse, saatler ilerliyor… Biz o tezgâhtan bu tezgâha savrulup duruyoruz…
Bizim süslünün bir peynircisi var pazarda, kadın her hafta salı günü tezgâh açıyor. Anneannem peynir bitsin bitmesin her hafta o kadından muhakkak peynir alıyor. Kadın kendini kaybedercesine bağırıyor:
-Piyniiiiiiiiillllllleeeeeeee süddddddeeeeeennnnnn!
Anneannem tezgâhın başına geliyor. Kadına bir göz kırpıyor. Kadın tam yine çığlık atacak, hoooop anneannemden o beklenen soru geliyorrrr:
-Kaldı mı benim peynirden?
Saat sabahın 08.30’u. Bırak senin peynirin kalmasını, henüz tezgâha çıkartılma sırası bile gelmemiştir o peynirin be süslü… Neyse, kadın bulmuş yağlı müşteriyi. Daimî alıcı var. “Ablacığım, olma mı hiç?” diyor ve aynen paket…
Ben bizim süslünün pazar macerasında oradan oraya sürükleniyorum ve nihayet saatlerimiz 12.00’yi gösterdiğinde sebze, meyve ve zerzevat bölümündeki tüm bölümleri geçip “diğer şeyler” bölümüne geliyoruz. Süslü formunda. Bir orada, bir burada; o tezgâh senin, bu tezgâh benim, koşturuyoruz. Ponçik ellerim ter içinde, lahmacun kıvamındayım ve artık isyanlardayım. “Yeter be anneanne! İnsaf et acık!” diyorum. “Tamam, sus. Bak mısır alacağım.” diyor kadın ama çiğ! Akşama evde pişirirmişiz. Te Allah’ım…
**0**
Saat akşama göz kırparken girdik eve ve yorgunluk kelimesi bizim yaşadığımızın karşılığı olamazdı asla… Anneannem pazardan alınan kıyafet, kap-kacak namına ne varsa salonun ortasına getirir, dökerdi. Annem ve teyzeme bildiğin her parça için sunum yapardı. Annem yine her zamanki uyuz tavrıyla “Aman anneee! Toplamışın eve yine çullarıııı… Duymadı gözün, doymadııııı.” diyerek o çullardan gözüne kestirdiği bir iki parçayı alır, dolabına atardı… Teyzem de garibim parçalar arasından en işe yararları annem tarafından indiregandi yapıldığından, geride kalanlara razı olurdu. Bizim süslü zaten çoktan kendine ayırmıştı ayıracaklarını hem de daha yoldayken…
Ben mi? Açlıktan mutfakta çiğ mısır kemirmekle meşgulüm o sıralar… Fenalarayım! İmdadıma yine anneannem yetişti tabii, daha yeni Sarelle çeşmesinden doldurttuğumuz o güzelim çikolatalı fındık kremasını ekmeğe sürüp verdi bana hemen… O zamanlar Sarelle çeşmeleri vardı, doksanlarda çocuk olanlar bilir. Bir dükkân ile bir tezgâh arkasındaki duvarda iki muslukta birinden çikolata akıyor. Birinden beyaz çikolata, off off offfff diyorum… Neyse, anneannem aldıklarını mutfak dolaplarına yerleştirme, akşam yemeği hazırlığı vs. derken geceyi bulaşıkla kapattı. Tabi yatmadan önce acıbadem sütü eşliğinde makyaj temizleme merasimi ve ertesi günün yapılacaklar listesi hazırlama durumları var daha… Bu böyle yıllarca sürüp gitti. Şimdilerde yalnızca yatmadan önce yaptığı şeyler var geçmiştekilere benzer. Yine acıbadem sütü… Yine makyaj temizleme… Takma dişleri çıkarıp suya koyma… Ha, bir de işitme cihazını çıkarıp kutuya koyma… Evet, kulaklarında birer cihazla yaşıyor uzun zamandır ve bakımını da kendisi yapıyor. Piliydi, ayarıydı falan… Eeeee, boşuna demedim size android bir anneannem var diye. Çok yaşa be süslü, bana az çektirmedin ama sen çok yaşa emi?...
Yaşadı... -Di’li geçmiş zaman, evet. Süslü artık yok ve ben bu satırları size yukarıdaki satırları yazdıktan tam beş yıl sonra, süslümüz öldükten tam bir ay sonra ve benim onun gidişine alışamayışımın ince zaman aralığında yazıyorum sevgili okur . Bu kitabı yazmaya karar verip yukarıdaki satırları yazıp üzerine bu kitap çıkarma fikrini rafa kaldıralı tam beş yıl oldu.
Anneannem artık yok sevgili okur ve ben her zamankinden daha da yorgun bakıyorum hayata...
Ama merak etme, bu kitap beni ben yapan, gülünmesi muhtemel ve bir o kadar da hüzünlü konu, konuk ve anılarla dolu. Ben ağlatmak için değil, gülmek için yazmak istedim. Sen de okumak istersen devam edelim o vakit....Haydi, çevir sayfayı da dostluğumuz pekişsin.